Kamil Erdem, 7 yıllık bir aradan sonra yeni bir albüm kaydetti: Odd Tango. AK Müzik etiketiyle piyasaya sunulan bu albüm, Kamil Erdem’in müzikal geçmişini, deneyimlerini ve yenilikçiliğini bir araya getirdiği, aynı zamanda son derece orijinal bir proje. Flütte Mark Alban Lotz, udda Fatih Ahıskalı ve vurmalılarda Alan “Gunga” Purves”in eşlik ettiği Erdem, albümde hem besteciliği, hem de yorumculuğuyla yer alıyor.

Eserlerin bir kısmını Erdem, bir kısmını da Lotz bestelemiş olsa da, tüm parçalar hem fikir ve yapı olarak birbiriyle uyumlu, hem de albümün genel konseptini tutarlı bir şekilde oluşturuyor. Aksak ritimleri ve Türk Sanat Müziği’nin kompleks melodik yapılarını, batılı bir üslupla bir araya getiren albüm, özgün yorumlarla ve başarılı sololarla da dikkat çekiyor. Dinleyicilerini kimi zaman çeşitli sürprizlerle yakalayan, kimi zaman da şaşırtan parçalar, hem bestecilerin, hem de yorumcuların başarısını bizlere bir kez daha gösteriyor.

1959 yılında Ankara’da doğan Kamil Erdem, TED Ankara Koleji ve ODTÜ Elektrik Mühendisliği’nden mezun. Müziğe başladığı enstrümanı olan klasik gitardan, bas gitara geçen müzisyen bu dönemlerde, hem Klasik Türk Müziğiyle, hem de jazzla ilgili çalışmalar gerçekleştirdi. 1981-1986 yılları arasında Okay Temiz’in Oriental Wind topluluğunda çalan Erdem, 1990’da Asia Minor topluluğunu kurdu. Asia Minor’le Yol Boyunca (1991), Longa Nova (1996) ve Kedi Rüyası (1997) albümlerini kaydetti, bu dönemde Avrupa ve Amerika’da turneler gerçekleştirdi. Ankara Uluslararası Müzik Festivali, İzmir Avrupa Caz Günleri, Akbank Uluslararası Caz Festivali ve İstanbul Caz Festivali gibi ulusal müzik festivallerinin yanında, Jazz Fest Wiesen, World Music Festival, Festa dell’Unita gibi uluslararası festivallerde de yer aldı.

Kamil Erdem, müzik yaşamı boyunca, kendi liderliğini sürdürdüğü toplulukların yanı sıra, birçok farklı müzisyenle birlikte de çaldı. İyi bir solist olmasının yanında, son derece sağlam bir eşlikçi de olan Erdem, 1995 yılında Mısır’lı topluluk Sharkiat’ın albümünde konuk sanatçı olarak çaldı ve bu toplulukla Kahire’de konserler verdi. 1998 yılında ise, Anatoli Vapirov Balkan Project üyesi olarak Bulgaristan’da Varna Summer Jazz Festivali’nde çaldı. Dünyanın farklı yerlerinde yaşayan, farklı kültürlerle yoğrulmuş, kendi etnik geçmişini müziğine yansıtan müzisyenlerle çalışırken, onların sesini duyan, böylece evrensel anlamda müziğe ve müziğin gelişimine katkıda bulunan Erdem, aynı zamanda solo bas çalışmaları da gerçekleştirdi. 1996 ve 1997 yıllarında Alman basçı Martin Lillich’le oluşturdukları Bassic Connection adlı bas ikilisiyle Ankara ve Berlin’de konserler verdi, 2001 yılında da ilk solo bas albümü olan Bir Bas Masalı albümünü kaydetti.

Kamil Erdem

Kamil Erdem

Farklı müzikal perspektiflere sahip, aynı zamanda müziğinde son derece samimi olan Kamil Erdem’le, kendi müzikal çalışmaları, Türkiye’de jazz eğitimi ve yeni albümü Odd Tango’yla ilgili son derece keyifli bir sohbet gerçekleştirdik, yeni quartetiyle vereceği konserleri heyecanla bekliyoruz.

Biraz Kamil Erdem’i tanıyalım. Müziğe nasıl başladınız?

Gitarı ilk kez ilkokuldayken elime aldım, bir süre klasik çaldım. Ancak sonra Klasik Batı Müziği’nin dışına çıktım. Hemen jazz değil tabi ama pop, Türk Sanat Müziği’nin çok seslendirilmesi… Modern Folk Üçlüsü’nü çok severdim. Bir bakıma gitar tekniğini bozarak başparmakla bas notaları çalardım ve zamanla özellikle bas sesleri sevdiğimi gördüm. Lise son, üniversite başı gibi de bas gitara başladım. Bas gitara başlayınca ve enstrümanın teknik detaylarına da girince, insan ister istemez jazza yöneliyor.

İlk ciddi uluslararası profesyonel çalışmam ise Okay Temiz’le gerçekleşti.

Oriental Wind… 

Evet, 1981, 82. Sonra 1986 yılında ilk yurtdışı konserimi de Okay Temiz’le verdim. Asia Minor’ü kurmamı da sağlayan teklif yine o turnenin sonunda ama ondan üç dört sene sonra başka bir şekilde geldi. 1990’da Asia Minor’ü kurdum; 1991, 1996 ve 1997’de Sokak Boyunca, Longa Nova ve Kedi Rüyası albümlerini kaydettik. Çokça Avrupa turnesi yaptık, üç defa da Amerika’ya gittik.

Mısır’a da gittiniz.

Evet, ancak Mısır’a Asia Minor’le gitmedim, Mısır’a Sharkiat’ta çalmak için tek başıma gittim. 2001’de de solo bas albümü yaptım, Bir Bas Masalı. 2008 yılında da, aradan yedi yıl geçtiken sorna, bu son albümümü çıkardım.

Ankaralıyım, 2001 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeki görevim vesilesiyle İstanbul’a taşındım. Daha öncesinde, 1998’den itibaren 3 yıl boyunca Polonya’da bir jazz workshopında, Pulovy’de, hocalık yapmıştım. Oradaki çalışmalarıma geçtiğimiz yıldan itibaren tekrar başladım. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde çalışmaya başladıktan sonra da, bir takım Avrupa üniversitelerine gidip geldim, bazı workshoplar gerçekleştirdim, konuk öğretmenlikler yaptım. Yurtdışındaki eğitmenlik deneyimim, benim hocalık kariyerime kesinlikle çok şey kattı. Kısacası performans ve akademik yaşamı birlikte sürdürmeye çalışıyorum.

Ankara’da bulunduğunuz yıllar içerisinde nasıl bir jazz ortamı bulunuyordu?

Ankara’da olsun, İstanbul’da olsun, maalesef Türkiye’de çok ciddi bir jazz ortamı bulunmuyor. Ankara’da Tuna Ötenel vardı, ancak o bir altyapının bir sonucu değil, kendi kendine üstün yeteneği sonucunda ortaya çıkmış bir müzisyen. O bir şekilde müziğe yönlendirildikten sonra zaten Tuna Ötenel olurdu, hepimiz için de bu geçerli aslında. Bizler belli bir ekolün, belli bir altyapının ürünleri değiliz, kendi kendimizi yetiştirmiş müzisyenleriz. Buradaki jazz müzisyeni potansiyeli o açıdan Amerika’dakiyle zaten karşılaştırılamaz. Ama Avrupa ülkelerinden de farklı. Burada, gençlerin yetişmesini sağlayacak güçlü bir jazz ekolü bulunmuyor.

Nisan’da Güney Afrika’ya gitmiştim, şaşırtıcı bir şekilde orada big bandlerin haddi hesabı yok. İyi veya kötü çalıyorlar anlamında söylemiyorum, ancak jazzın gelişebilmesiyle ilgili önemli bir öğedir big band. Big bandler olmadan kolay kolay iyi bir jazz ekolü oluşmaz, ancak kendi kendine, kendi çabası ve yeteneğiyle ortaya çıkan müzisyenler olur. Bu bir üstyapısal bir oluşumdur, altyapısal bir oluşum değildir.

Elbette bu benim kişisel bir görüşüm, ancak Türkiye’de de hiçbir zaman, şu anda Avrupa’da ya da Amerika’da olduğu gibi ciddi bir jazz sahnesi, ortamı olacağını düşünmüyorum.

Kamil Erdem

Kamil Erdem

Sizin de belirttiğiniz gibi, genç müzisyenlerin big band tecrübesini yaşaması da çok önemli.

Tabi, orada artikülasyonu öğrenecek, sazları ve tınılarını tanıyacak.

Bir bakıma usta çırak ilişkisi içerisinde deneyim kazanacaklar.

Gayet tabi, ayrıca repertuarlarını geliştirecekler. Orada öğrendikleri repertuarları ileride combolara taşıyacak, farklı şekillerde, küçük formasyonlarda çalacaklar. Ancak Türkiye’de kaç tane big band var? TRT var, ki orada da zaten profesyonel müzisyenler çalıyor. Belli çabalarla, belli sponsorluklarla başka big bandler de kuruldu. Şenova (Ülker) bunu daha önce denedi, ancak hepimizin yaptığı bazı denemeler gibi, bu deneme de kısa ömürlü oldu. Altyapı oluşturmaya yönelik denemeler maalesef kısa ömürlü oluyor, okul olsun, orkestra olsun…

Tabi ben bunları söylerken hiçbir yeri veya kurumu eleştirmek için söylemiyorum, sadece bu işin tabiatı bu ülkemizde. Böyle olagelmiş bir durum, bu sadece bir tespit.

Siz performansın yanı sıra, akademisyenlik çalışmalarınız içerisinde müziğin teorik yanıyla da yakından ilgileniyorsunuz. Teoriyi veya pratiği gençlere, öğrencilere nasıl aktarmak gerekiyor? Jazz eğitimi sizce nasıl olmalı?

Benim üniversite çatısı altında verdiğim dersler daha ziyade pratiğe yönelik. Teori tabi ki işin içinde bir miktar var ama bence jazzda teori pratiği izler. Hatta Yıldız Teknik Üniversitesi’nde bir süre önce workshoplar yapan gitarist David Friesen de şöyle bir tespit yapmıştı: “İyi bir jazz müzisyeni bir şeyler çalar, sonra da uyanık bir beyaz onun teorisini yazar. Ondan sonra, aradan sekiz on sene geçer, bir başka çok yetenekli bir jazz müzisyeni o teoriyi altüst edecek başka bir şeyler çalar. Bu sefer de başka bir uyanık beyaz çıkar ona göre başka bir teori yazar.” İşin şakası bir yana, bence hakikaten jazzda pratik teoriyi izler.

Bu bakımdan, kendimi hep bir pratisyen olarak görürüm ve öğrencilerime de o şekilde ders vermeye çalışırım. Bu kendi yaklaşımım tabi… Enstrüman eğitimi de veriyorum, topluluk da çalıştırıyorum. Birkaç tane hayatta lazım olabilecek teori dersim vardır; derslerde de sahne performansını hiçbir zaman aklımdan çıkarmadan bir şeyler anlatmaya çalışıyorum.

Ayrıca zaten jazzda da adam olacak çocuk eğitimden geçmese de adam oluyor, ancak adam olmayacak çocuk, en has eğitimden geçse de maalesef olamıyor. Bu gerçi tüm müzik dalları için de geçerli, ancak özellikle jazzda herkes solist olduğu için bu konuyu vurguluyorum. Eğitim kesinlikle çok gerekli. Eğitim aldığınızda, Amerika’yı yeniden keşfetmenize gerek kalmıyor, daha zor bir şekilde yapabileceğiniz bir şeyi daha kolay yapabiliyor, uzun sürede gelebileceğiniz bir yere çok daha kısa sürede gelebiliyorsunuz. Eğer iyi niyetli ve işinin ehli bir hocanın gözetimi altındaysanız, bu süreç çok daha rahat oluyor. İşte böyle kendimce tespit ettiğim konuları da göz önünde bulundurarak, ben de öğrencilerime yol göstermeye çalışıyorum.

Sizin projelerinize ve gerçekleştirdiğiniz müzikal çalışmalara geri dönelim. Türk Sanat Müziğinin çok seslendirilmesi konusunda çalışmalarınız olmuştu.

Hiçbir zaman ben Türk Sanat Müziğini çok seslendirmek başlığı altında bir çabada bulunmadım. Ben gitar çalarak müziğe başladım ve ben hep diğer müziklerin yanında Türk Müziğini de dinleyerek büyüdüm. Gitarla da Türk Sanat Müziği çaldığınız zaman ister istemez çok sesli çalıyorsunuz. Bir de daha sonra basla ilgilendiğimde, bu sefer de Türk Sanat Müziği çalarken, bas sesleri çalmaya başladım. Doğal bir gelişim bu, yoksa sentetik bir anlayışla şöyle bir makam, şöyle bir melodik yapıyla uyar, onların altına şu akorları yerleştireyim gibi bir çabam olmadı. Benim çalışmalarımda, Türk Müziğindeki çok seslilik bir renktir sadece. Bir akor yürüyüşü oluyor tabi ki, dolayısıyla bu akor yürüyüşüne göre sololar ortaya çıkıyor ve bu bakış açısı da esasında jazzdan kaynaklandığı için, müziğimin jazza bir komşuluğu oluyor.

Kamil Erdem

Kamil Erdem

Asia Minor projesi nasıl ortaya çıktı? Burada ne amaçlamıştınız?

Bu projede ve her projede ben kendimi tatmin edecek bir müzik yapmayı amaçlıyorum, o kadar…

Asia Minor şöyle ortaya çıktı: Okay Temiz’le ilk yurtdışına çıkışımdı. İsviçre’deki konserler sırasında bir prodüktörle tanıştım ve irtibatta kaldık. Aradan çok seneler geçtikten sonra da bir anda elimde bir proje olup olmadığını sordu. Elimde o sıralarda bir proje olmamasına rağmen ben hiç beklemeden olumlu yanıt verdim. Hemen Yahya, Tahir ve Cem ile bir araya gelip bir demo kaydı yaptık. Üç parça çaldık, o parçalar da Sokak Boyunca’daki 1959, Sokak Boyunca ve Meriç’ti.

Bu proje beğenildi, hemen Avrupa turnesine çıktık; bir sonraki yıl da ilk albümümüzü kaydettik. Kanun, saksafon, davul ve bas. Ekibe önce yarı zamanlı, sonra da tam zamanlı olmak üzere keman eklendi, Turay Dinleyen katıldı. Orada bu enstrümanlar olacağı belliydi; bunların tınılarını, herkesin solistlik yeteneklerini ortaya çıkacak ve en önemlisi de bütün bu tınıları ve solistlik yeteneklerini birbirine tutkalla yapıştırabilecek kuvvetli bir melodik yapı oluşturmaya çalıştık. Bu müzikal yapı içerisinde de tabi her şey tek ton ve modal değildi; benim o zamanki müzik altyapıma yönelik olarak belli birçok seslilik bulunuyordu.

Aslında saksafonla kanun bir araya sıklıkla gelen enstrümanlar değil…

O zamana kadar ben de bu iki sazı bir arada dinlememiştim.

Daha sonra da 2001 yılında Bir Bas Masalı’nı kaydettiniz. Bu albümde de hiçbir prosesör kullanmadan bir kayıt gerçekleştirdiniz, bu anlamda sade bir yapıt oldu.

Evet, teknolojik anlamda yalın bir albümdü. Kanunla unison çaldığımızda komalı sesleri vermek ve tısınını bu projede daha uygun bulduğum için Asia Minor’de sadece perdesiz bas çalmıştım, perdeli bası ise neredeyse 10 yıla yakın bir süre içerisinde almamıştım. İnsanın yeni fikirleri ortaya koymak için yeni tınılara ihtiyacı oluyor. İşte bu dönemde ben de yeni tınılar duymak istiyordum. Perdeli basla da belli solo yapılar geliştirdim ve sonra da Solo, Duo, Trio diye bir proje yapmaya karar verdim. Ancak önce trio kısmından vazgeçtim, sonra da duo… Sonunda geriye solo proje kaldı.

Tabi ki marjinal bir çalışma bu, herkes solo ya da bazen perküsyonla ve davulla desteklenmiş basla çalınmış bir müzik dinleme ihtiyacı içerisinde değildir. Ama solo basla da olsa, o sınırların içinde de olsa belli bir müzikalite elde edebildiğime inandım ve bu yolda ilerledim.

Solo bas tapping ağırlıklıdır. Tabi benim klasik gitardan gelen bazı arpej tekniklerini de kullandığım zamanlar olur. Bu albümde sadece bir iki parçada perdesiz bas kullandım, özellikle Türk Müziği artikülasyonları çaldığım eserlerde…

Albümlerinizde hep sizi ya bas gitarla ya da perdesiz basla görüyoruz. Akustik basla aranız nasıl?

Çok iyi. Şimdiye kadarki albümlerimde sadece Kedi Rüyası’nda iki parçada kullanmıştım. Onun dışında son dönemlerde Nardis’teki bazı yabancı şarkıcılara eşlik ettim akustik basla.

Ama önümüzdeki ilk albümde, belki bu sefer bas gitarı bir iki parçada kullanıp, ağırlıklı olarak kontrbas kullanacağım. Şimdi bir akustik uprightım var, taşıması da daha kolay oluyor. Bu uprightı önümüzdeki konserlerden itibaren yeni gruba da entegre edeceğim.

Şu anda aklınızda belli bir proje var mı, ya da önümüzdeki dönemler için bir teklif geldi mi?

Zaten şimdiye kadar bana hiçbir şey teklif edilmedi, hep ben kendim oluşturdum. Şu anda proje ya da hayal etme biçiminde de olsa, aklımda bir şeyler var. Ancak bir parça yok henüz. Bence işin tınısı bir şekilde zihinde oluştuktan sonra gerisi geliyor.

Mesela Odd Tango’yla bir önceki albümüm arasında 7 yıllık bir ara var. Bu sürenin geçmesinin en büyük sebebi de, ne yapacağıma dair bir fikrim olmamasıydı. Zihnimde yeni bir fikir oluşmamıştı; ki ben de kendimi esas olarak icracı olarak görmekteyim. Jazzda icra, bir bakıma da spontan bestecilik.

Kamil Erdem

Kamil Erdem

2008 yılında Odd Tango’yu kaydettiniz ve bu albümünüzde yıllar önce birlikte çaldığınız bir müzisyeni görüyoruz: Mark Alban Lotz. Ekim 2005’te Mark Alban Lotz’la birlikte Nardis’te çalmıştınız, size Burak Bedikyan ve Cem Aksel de eşlik ediyordu. Lotz’la nasıl bir araya gelip bir proje yapmaya karar verdiniz?

Mark, 2005 yılında burada bir program yapmak istemişti. Ancak, çok hazırlanmak için çok kısıtlı vaktimiz olduğundan, şimdiye kadar kaydettiği albümleri burada çalamadı. Biz de bir araya gelip standartları içeren bir konser verdik. Bu tanışıklıktan sonra bir daha uzun süre haberleşmedik. Ancak, Mark’ın kendi web sitesinde yazdıklarına istinaden, buradaki performansından keyif aldığını, burada çalmaktan memnun olduğunu düşünüyordum.

2007 yılında, Utrecht Konservatuarı’nda misafir hoca olarak ders verdim. Onun da Utrecht yakınlarında oturduğunu bildiğim için geleceğimi önceden bildirdiğimde, bana o tarihte Utrecht’te bir World Music jam sessionı olduğunu söyledi ve benim bu jam sessionı yönetmemi istedi. Utrecht Konservatuarı’ndaki bir haftalık derslerden sonra, Türkiye’de çok sık, Avupra’da da neredeyse hiç olmayan bir şey yaşandı: Hava şartlarından dolayı iş iptal oldu.

Biz yine de Mark’la buluştuk ve ne yapabiliriz diye konuşurken, bu projeyi ortaya çıkardık. Music World Series adında, Mark’ın da o zamana kadar bir iki defa çalıştığı, dünyanın çeşitli bölgelerinden müzisyenleri alıp Hollandalı müzisyenlerle bir araya getiren ve turneler organize eden bir kuruluşla çalışmaya karar verdik. Bu kuruluş, müzisyenleri bir araya getirip, Hollanda’da gerçekleştirilen birkaç konseri içeren bir prömiyer turne gerçekleştiriyor. Biz de bur fırsatı değerlendirdik ve bir proje geliştirip Music World Series’e önerdik.

Müzisyenlere gelirsek de; Fatih’i 1999 yılında o Yeni Türkü, biz de Asia Minor’le Amerika turnesi yaptığımızda yakından izleme fırsatı bulmuştum. Türk Müziğinde şimdiye kadar hep kanun için partisyon yazmıştım, ancak bu sefer daha yumuşak ve benim de daha yakından tanıdığım bir saz olsun istedim. Alan’ı ise Mark önerdi ve böylece ekip ortaya çıkmış oldu.

Benim eski bestelerimin bir kısmını bu grup için yeniden düzenledik, ancak albüme almadık. Konser programında bu besteleri çalıyoruz, aynı zamanda yakında repertuarı da biraz daha genişleteceğiz. Çıkan sonuçtan ben de memnun kaldım, bu quartet ile bir albüm daha yapmak istiyorum.

Türkiye’de bu ekiple bir konser verdiniz mi?

Evet, Şubat’ta bahsettiğim Hollanda turnesi olmuştu, orada beş konser verdik. Sonra albümün kaydını gerçekleştirdik, miksajını ve masterını da Ankara’da sonlandırdık. Nisan 2008’de de Ankara’da, Ankara Müzik Festivali’nde çaldık. 1 Aralık’ta Nardis’te, 3 Aralık’ta ise Ankara Caz Festivali’nde çalıyoruz.

Albüm AK Müzik etiketiyle çıkıyor, ancak tabi Music World Series bu albümü ayrıca destekliyor.

Biraz da albümdeki eserlerden bahsedelim isterseniz. Sizin bestelerinizle Mark Alban Lotz’un besteleri ortak bir tema, ortak bir sound çerçevesinde buluşmuş ve albümün genel konseptini bir bütün olarak oluşturmuş. Bestelerin temasal anlamda bu kadar birbirini tamamlayabilmesini nasıl sağladınız?

Mark, dünya müziklerine meraklı bir müzisyen. Öncesinde onun da albümlerini dinlemiştim, güzel bir projenin ortaya çıkacağı belliydi. Mark bansuri de çalıyor, Hint Müziğine de çok meraklı. Bu tür, Türk Müziğini çağrıştırabilecek besteleri var. Besteleri ortak yapmadık, onun kendi besteleri, benim kendi bestelerim var albümde. Ancak besteleri yaparken, birbirimizin neler çaldığını, neler çalabileceğini biliyorduk. Ben de Fatih’in neler yapabileceğini gayet iyi biliyordum, perküsyon da zaten provalar sırasında ortaya çıktı. Elbette, partisyonların yazılması ve bestenin kağıda dökülmesi işin kaba kısmı oluyor. Esas müzik, provalar sonunda, hatta hatta bir iki konser sonunda adam akıllı ortaya çıkıyor.

Herhangi bir jam sessionda çalmakla, kendi topluluğunuzla birlikte çalmayı karşılaştırabilir misiniz? Bu farkı nasıl yorumlarsınız?

Jam sessionların garantisi olmaz. Jam sessiondaki performansınıza göre gece uyku tutmayabilir, ya da performansınızdan çok da keyif alabilirsiniz. Aynı performans düzeyini hem kendi topluluğunuzda, hem de jam sessionda yakalayabildiyseniz, jam sessiondaki sizi daha çok mutlu eder, çünkü jam sessionda ilk defa bir araya gelmişsinizdir ve iyi bir uyum sağlamışsınızdır. Jam sessionun verdiği mutluluk da daha fazla olur, yaratabileceği hüsran da…

Odd Tango’yu biraz daha yakından inceleyelim. İlk parça, Yeni Köprü, hareketli aydınlık bir yapıya sahip, hızlı ve dinleyiciyi kavrayıveren bir şarkı.

Yeni Köprü’de, aslında benim Bir Bas Masalı albümünde çaldığım Birinci Köprü parçasındaki basları aynen çalıyorum. O bir solo bas parçasıydı, hep üzerine bir melodi yazmayı düşünüyordum. Hatta aynı şarkının üzerine bir de vokal yazdık, Sibel’le (Köse) Güney Afrika’da çaldık. Bu sebepten ötürü bu şarkıya Yeni Köprü dedim.

Kamil Erdem

Kamil Erdem

Albüme adını veren Odd Tango nasıl ortaya çıktı?

Odd, hem tek sayı, hem de sıra dışı, garip anlamına geliyor. Odd Tango da her iki tanıma uyuyor aslında. Normalde tangolar 4/4’lüktür, minördür, ancak bu şarkı 7/4 başlıyor, sonra 9/4 devam ediyor. Yani garip bir tango, ilgi çekici ve sürprizli bir şarkı…

Şarkı biraz daha karanlık başlıyor, daha sonra bir bas interlude ile devam ediyor. Sonraki kısmı da daha önce yaptığım bir besteydi. Hatta 9’lu tango olarak yazmıştım bu eseri. Sonra da 7’li başlayıp 9’lu devam eden bir şarkı oluşturmak istedim. Parçanın girişindeki bölüm Nikriz makamıdır…

Mesela bu şarkı da Hollanda’daki konserler sırasında son haline geldi. Şarkının ikinci bölümünde ritim tamamen çıkıyor aradan ve kadans gibi bir bas solosu var. Sonra şarkı 9’lu kısma bağlanıyor. Bu yapı, doğaçlama bir şekilde, konser sırasında ortaya çıktı.

Lotz’un Çok Trafik parçası da, özellikle ilgi çekici, ritmik özellikleri dolayısıyla da karmaşık bir eser…

Evet, bu da multi ritmik bir parça. 12’yle başlıyor, sonra 9, 7, 6 oluyor. Çok farklı ritimleri var, çalması da bir bakıma zor ancak çok zevkli bir parça. Bu eserin sololarını da farklı yaptık, birinde tek ton yaptık, birinde aynı progressionu birlikte çaldık; sonunda albümde bu şekilde tercih edildi. Mark, bu eseri İstanbul’daki izlenimleri üzerine bestelemiş. İstanbul trafiğine ithafen yazılmış bu parçanın, kendi trafiği de epeyce karışık zaten.

Mark’ın bestesi Ol Bosperus da var mesela. Parçanın girişinde üç flüt kaydı var, tamamen flüt üzerine düşünülmüş bir parça ve bu tınılar benim çok hoşuma gitti. Canlı performansta tek flüt kullanıyoruz, ancak yine de farklı tınılar elde edebiliyoruz.

Vaktinizi ayırdığınız ve bu keyifli sohbet için teşekkür ederim.

Bu yazı, Jazz Dergisi’nin Ocak 2009 tarihli 53. sayısında yayınlanmıştır.